Platon, kendisinden iki bin yıl sonra bile hakkında konuşmaya devam ettiğimiz birkaç düşünürden biri. Bunun nedeni sadece “eski bir filozof” olması değil; dünyaya bakış biçimimizi hâlâ etkileyen bir düşünce şekli geliştirmiş olması. Onu okurken bazen bir masal anlatıcısının sakinliği, bazen de bir dedektifin sabırlı merakı hissedilir. Sanki insan zihninin karanlık bir odaya benzediğini kabul eder ve o odaya tek tek lambalar asar: bir soru, bir itiraz, bir hikâye, bir örnek… Böylece gerçekliğin yüzünü daha iyi görmeye çalışır.
Platon’un düşüncesinin merkezinde “gerçek nedir?” sorusu durur. Ona göre gördüğümüz dünya yalnızca bir görüntüdür; esas gerçeklik, duyuların ötesindeki “idea”ların dünyasındadır. Bu iddia ilk bakışta tuhaf gelir. Çünkü herkes somut olanın daha gerçek olduğunu düşünür. Fakat Platon, somut dünyanın sürekli değiştiğini hatırlatır. İnsanlar yaşlanır, şehirler yıkılır, bedenler hastalanır; değişmeyen hiçbir şey yoktur. Eğer bilgi değişmeyen bir şeye dayanmalıysa, bu dünyada aradığımız kesinliği bulamayız. İşte tam burada Platon’un meşhur “idea kuramı” ortaya çıkar: Değişmeyen gerçeklik, fiziksel dünyada değil, aklın ulaşabileceği bir düzlemdedir.
Bu düşünce çizgisi, insanı ister istemez kendisiyle bir tür hesaplaşmaya götürür. Çünkü Platon bize şunu sorar: Duyduklarına, gördüklerine ne kadar güvenebilirsin? Bir gölgeden, bir rüyadan, bir yansımadan ne kadar emin olabilirsin? Platon’un Mağara Alegorisi bu nedenle böylesine güçlüdür. Mağaradaki insanlar, duvarda beliren gölgeleri gerçek sanırlar. Işığa çıkmak acı vericidir, gözleri kamaşır, hatta geri dönmek isterler. Gerçeğe ulaşmak, her zaman rahat bir süreç değildir; Platon insan zihninin tembelliğini çok iyi gözlemler.
Platon’un siyaset anlayışı da bu zihinsel yolculuğun bir uzantısıdır. Ona göre toplumun düzeni, insanların neyin “iyi” olduğunu bilip bilmemesine bağlıdır. Bilge bir kişinin yönetmesi gerektiğini söylerken aslında “felsefe yapan insan”ı bir yönetici modeline dönüştürür. Bugün bunu otoriter bulanlar da var, hayranlıkla karşılayanlar da. Platon’u ilginç kılan nokta, kesin bir cevaptan çok, düşünmeye zorlayan bir provokasyon yaratmasıdır. Sanki bize, “Gerçekten adil olmak mümkün mü? Bunu nasıl bileceğiz?” diye sormayı öğretir.
Platon’un metinlerini diyalog şeklinde yazması da önemli bir tercih. Çünkü hakikat, ona göre tek kişinin kafasında büyüyen bir şey değildir; ancak konuşarak, tartışarak, birbirimizi zorlayarak ortaya çıkar. Bu nedenle Platon’u okurken aslında antik bir sohbetin içine gireriz. Sokrates’in soruları, karşı tarafın dirençleri, sessiz kalmalar, bazen utanç verici cevaplar… Bütün bu insani detaylar, felsefeyi kuru bir teoriden çıkarıp yaşayan bir düşünme pratiğine dönüştürür.
Sonuç olarak Platon, yalnızca antik Yunan’ın değil, düşünme tarihinin sabit bir yıldızı gibi. Parlaklığı zamana göre artıp azalabilir ama tamamen kaybolmaz. Onu okurken insan farkında olmadan kendisini de okur: kendi ön yargılarını, inandığı şeyleri, kaçtığı soruları. Platon’un gücü, cevabı vermesinde değil, bizi o cevaba ulaşmaya zorlayan yolculuğu başlatmasında. Belki de bu yüzden, aradan binlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ onun peşinden gitmekten kendimizi alamıyoruz.
0 yorum